Vahşi at: P-51 Mustang’ın hikayesi
Tasarımı üzerinden yıllar geçse de belki de gökyüzünün en zarif uçaklarının başında P-51 Mustang geliyor. İkinci Dünya Savaşı’nın sembol uçaklarından biri olan Mustang’lardan günümüze gelen çok azı var. Biri de Eskişehir’de Sivrihisar’da Ali İsmet Öztürk tarafından kurulan havacılık merkezi ve uçan müzede. P-51’i gözlerinizle izlemek ve o güzel sesini duymak isterseniz, Sivrihisar Havacılık Gösterileri 17-18 Eylül 2022’de…
Tarih binlerce sayfalık cilt cilt kitaptan ibaret sandığımız zamanın hikayesidir. Tarih birbirine pamuk ipliğiyle bağlı anlardan ibaret. Saniyenin onda birinde verilmiş bir karar bir askeri yaşama bağlar. Doğru anda yukarıya kalkmış bir kalkan askerin hayatını kurtarır. Hızlı savrulan bir kılıç bir savaşçının canını alır.
Savaş alanında zaferi belirleyen tek şey anlık karar ya da askerin çevikliği midir . Askerin canını emanet ettiği kalkan tek bir darbede parçalanır. Öteki askerin güvendiği kılıç iki parça olur. Savaşın kaderi askerlerin savaşma azmine , generallerin vereceği doğru kararlara bağlı olduğu kadar askerlerin silahlarının kalitesine , üstünlüğüne de bağlıdır. Askerin silahını kullanabilme becerisine de .An dediğimiz şey aslında nesnenin de , insanın ve fikrin de bir birine pamuk ipliğiyle bağlı olduğu kısacık zaman dilimidir.
Tarih ve savaş
Tarihin dönüm noktalarında işte böyle anlar vardır. Size bir uçağın ve iki generalin hikayesini anlatacağım. Hikayemizin kahramanı yalnızca üç kişi değil. Pamuk ipliğiyle bağlanmış binlerce yaşamın öyküsü bu.
İngiltere ve Almanya… Doğal sınırları olmayan iki ülke… Doğal sınırları olmayan iki ülke nasıl savaşabilir ki. Birinci dünya savaşında bu iki ülke Fransa topraklarında savaşmışlardı. Almanya bahar taarruzunu başlatmıştı. Paris’i alması an meselesiyken ABD savaşa taze kan olarak girmişti. Almanya’nın son kumarı işe yaramamıştı.
İkinci dünya savaşıysa başka bir hikayeydi. Fransa ve İngiltere karada yıldırım hızıyla yenilmişti. Hitler birinci dünya savaşındaki yarım kalmış hesabı kapatmıştı. Ateşkes bekliyordu. Winston Churchill ise öyle düşünmüyordu. Savaşı Almanya topraklarına taşıyabilmek istiyordu. Dört haziran 1940 tarihinde sonradan meşhur olacak konuşmasını yapmıştı. “. Onlarla kumsallarda savaşacağız .Onlarla çıkarma alanlarında savaşacağız Onlarla tarlalarda ve sokaklarda savaşacağız. Asla teslim olmayacağız.” Size kısa bir kısmını alıntıladığım bu ünlü konuşma dünyaca ünlü İngiliz Heavy Metal grubu İron Maiden’în Aces High şarkısının klibinde geçen ünlü konuşmadır.
Bu konuşma yapıldıktan yalnızca altı gün sonra Aces High şarkısının da konusunu oluşturan “Britanya Savaşı” başladı. Ada ülkesi olarak kuşatılmış durumda olan İngiltere sınırlı sayıda uçağa ve pilota sahipti. Almanya’da bu kıtlığa güveniyordu. Kıt kaynakların ülkesi İngiltere ne kadar dayanabilirdi ki…
İngiltere’de bu durumun farkındaydı ve savaş uçağı eksiğini dışarıdan uçak satın alarak gidermek istiyordu. Bu uçağın en az Spitfire kadar çevik olması arzu ediliyordu ama Churchill’in dikte ettiği başka bir özellik de aranıyordu: O da uzun menzile sahip olmasaydı.
Churchill ilk günden beri bunu istiyordu. Kraliyet hava kuvvetleri 1939 yılında Almanya’yı gündüz vakti bombardıman etmişlerdi. Bu akınlar pek çok yönden başarısız olmuştu. Her şeyden önce ödenen insani bedel ağır olmuştu. Bombardıman uçaklarını Almanya içerisinde koruyacak bir avcı uçağına ihtiyaç vardı. Böyle bir uçak mevcut değildi. Gerek Spitfire gerekse Hurricane önleme uçağı olarak tasarlanmışlardı. Bu uçaklar az miktarda yakıt ve yeteri kadar cephane alıp kısa sürede havalanıp düşman uçaklarını düşüreceklerdi. Bu döngü defalarca gerçekleşecekti. Herkesin anlayacağı dille hızlı ve atik olabilmek için menzilden ödün verilmişti.
Spitfire ve menzil
Spitfire Fransa’nın kuzey kıyılarında yalnızca kısa bir süre uçabiliyordu. Benzer bir sorundan Almanya’da muzdaripti. Gerek Messerschmitt 109 gerekse Focke-Wulf 190 avcı uçakları da benzer tasarım felsefesiyle üretilmişlerdi. İngiltere üzerinde kısa süre uçabiliyorlardı. Bombardıman uçakları bu sürede havada yalnız kalıyordu.
RAF İskoçya ve İrlanda’ya yakın olan üslerinden kalkan İngiliz avcıları bu uçakları buluyor ve imha ediyorlardı .Ayrıca güneydeki üslerden kalkan arkadaşlarından daha uzun süre havada kalabiliyorlardı. Savaşmaları gereken avcı uçağı da olmuyordu. Bu konuya tekrar geleceğiz
Bir bombardıman uçağı düşürüldüğü zaman Almanya beş askerini kaybetmiş oluyordu. İngiltere bir Spitfire kaybettiği zaman yalnızca bir asker kaybetmiş oluyordu. İngiliz pilotu biraz şanslıysa ve uçağı terk edebilmeyi başarabilmişse birkaç saat sonra başka bir uçağa binip savaşmaya devam edebiliyordu. Almanlar en iyi ihtimalle esir düşüyordu.
İngiltere semalarındaki savaş
Alman hava kuvvetleri Luftwaffe’nin komutanı Hermann Göring eldeki bütün uçaklarla İngiltere’ye yapılacak bir taarruzun RAF’in sonunu getireceğine inanıyordu. Hitler’i bu tarz bir taarruzun günler içinde sonuç vereceğine en geç bir hafta içinde RAF yeneceğine ikna etti.
13 Ağustos 1940 tarihinde yapılan hücuma kartal günü (Adler Tag) hücumu adı verildi. Kartal günü her ne kadar İngiltere’yi yenemese de yalnızca beş gün sonra yapılan hücumlarda İngiltere 136 uçak kaybetti. Almanya ise 100 uçak kaybetmişti. İngilizler bu güne “ en ağır gün” dediler
RAF özellikle insani olarak çözülme noktasındaydı. Pilotlar fizyolojik sınırlarda uçuyorlardı. Günde dört beş kalkış yapıyorlardı. Britanya savaşı devam etseydi İngiliz hava kuvvetleri bu ağır kayıpları karşılayamayacaktı. İnsan kaybı ve limitler demişken Almanya’da sınırdaydı. Ağır kayıplar veriyorlardı. Özellikle bombardıman filosu eriyordu. Alman hava kuvvetlerinin elinde bombardıman uçaklarını koruyabilecek hiç mi uzun menzilli bir uçak yoktu? Bir uçak vardı: Me-110.
Çift motorlu ağır avcı olan Me-110.Alman hava kuvvetlerinin zarar veremediği kuzeydeki RAF üslerine gidebilecek ve bombardıman uçaklarını koruyabilecek tek avcı uçağıydı ama Göring’in verdiği bir karar tarih boyu tartışılacak ve Me-110 işe yaramaz bir Alman uçağının tekiydi yaftasının yapıştırılmasına neden olacaktı.
Ne pahasına olursa olsun Me-110 avcı uçakları Alman bombardıman uçaklarına eskort edecekler ve onlardan asla uzaklaşmayacaklardı. Avcı uçakları bombardıman uçaklarıyla birlikte uçtuklarında yavaş uçmak zorunda kalıyorlardı. Me-110 hızı ve manevra kabiliyeti olarak İngiliz avcılarının gerisinde olduğu iddia edilmişti. Oysa ağır avcı uçakları yüksek irtifada uçtuklarında düşman avcısı üzerine kurşun gibi dalışa geçiyor ve hız dezavantajını ortadan kaldırabiliyordu. Amerikan 8. Hava Kuvvetlerine bağlı P-47’ler bu taktiği kullanarak çok başarılı olmuşlardı. Me-110’un ise bu taktiği kullanması yasaklanmıştı.
Kayıplar ve komutanlık
Tekrar savaşın insani yönüne değinelim. Bir komutan için astlarının askerlerin kaybı ne ifade eder. Yüksek zayiat oranlarıyla yaşamak bir komutanı nasıl etkiler. Bu soruya elbette verilebilecek çok sayıda yanıt var. Göring ise büyüklenmeci bir narsistin tipik örneğiydi. Hitler’den sonra geliyordu. Almanya’nın ikinci adamıydı. Ölen askerler onun için izah edilmesi gereken sayılardı. Bu büyük sayılar onun kariyeri için iyi değildi. Hitler’i ikna etmesini de günden güne zorlaşıyordu. Bu kayıpları azaltmanın yolu avcıların bombardıman uçaklarıyla dip dibe uçmasıydı.
Almanya İngiltere’nin uçak sayısının az olduğunu düşünüyordu. Kocaman bir hesap hatası yapılmıştı İngilizler Britanya savaşını kazanmıştı. Bu durum ciddi sayıda uçak kaybettikleri gerçeğini değiştirmiyordu. İngilizler Britanya savaşının öncesinde ABD’den avcı uçağı satın almak için başvurmuştu. Şimdi bu uçağa çok daha fazla ihtiyaç duyuruluyordu. Bu uçak Curtiss P-40 avcı uçağından başkası değildi. P-40 pek çok konuda Spitfire’ın gerisindeydi.
Beklenen performansı vermeyen motor
Uçağın kalbi diyebileceğimiz motoru Allison V-1710 motoru bir türlü istenen performansı vermiyordu. P-40 Curtiss tasarımı olsa da pek çok projede alt yüklenici olarak çalışmış ve B-25 ile T-6 uçaklarını tasarlayıp üretmiş olan North American şirketi tarafından lisans altında üretecekti. Şirketin sahibi Kindelberger motor ve uçak üzerinde yapacakları değişikliklerle ürettikleri uçağın istenen performansı vereceğini düşünüyordu ve RAF ikna etmişti.
Bu cüretkar girişimin arkasındaki ekip kimdi? Gerçekten P-40 tasarımını alıp üzerinde biraz oynayıp Spitfire’dan daha iyi bir avcı jeti mi yapacaklardı. Bu North American şirketi de neyin nesiydi?Kimin fesiydi? North American dediğimizde pek çok yönden birbirine benzeyen iki kişi öne çıkmaktaydı.
İki Alman kökenli havacı
Bunlardan ilki şirketi sahibi olan James H. Kindelbergerdi ve aslen Alman kökenliydi. İşçilikten gelmişti. Mühendislik eğitimini ileri yaşlarda almıştı. Diğeriyse baş tasarımcısı Edgar Schmued idi O da pek çok yönden patronuna benziyordu: Tıpkı Kindelberger gibi Alman kökenliydi ; onun da hayatı zorluklarla doluydu. Edgar Schmued , Kindelberger’in aksine Almanya’da doğmuştu ve işsizlik sorunu nedeniyle pek çok ülkede çalıştıktan sonra ABD’ye yerleşmişti. İkili arasında gerçekleşen bir diyalog P-51 efsanesinin gelişmesine ön ayak olmuştu.
P-40 üzerinde dizayn değişikliği yapma fikrinden hoşnut olmayan Schmued ekibinin daha iyi bir uçak tasarlayabileceğini patronuna söylemişti. Ona göre eski bir tasarımla uğraşmak zaman kaybıydı. Kinderberger bu soruya “ Evet biliyorum benimde P-40’ı yeniden dizaynıyla uğraşmak gibi bir fikrim yok” demişti. İngilizleri ikna etmek için öyle söyledim.
İngiliz hava kuvvetleri acil ihtiyaç olarak uçak almak istiyordu. Size sıfırdan yeni bir uçak tasarlayalım daha kısa sürede de bitiririz deseydi muhtemelen hiçbir İngiliz’i ikna edemeyecekti.
P-51 kanat tasarımı
Schmued Mustang ismini verdiği uçağı RAF için tasarlamıştı. Uçağın laminar akışlı kanatları dışarıdan bakıldığı zaman Me-109 kanatlarını andırıyordu. Elips kanat tasarımlı Spitifire çok daha dar dönüşler yapabiliyordu.P-47’de aynı elips kanatlarını kullanıyordu. Bu kanatların iki büyük sorunu vardı. Alçak irtifada yavaş uçuş koşullarında daha az kaldırma gücü üretiyorlardı. Bu yer saldırı uçağı olarak kullanımlarını zora sokuyordu. En büyük sorun ise elips kanatları üretmek için geçen süre daha fazlaydı. Basitçe Mustang’in kanadı hem aerodinamik olarak hem de imalat yönünden daha verimliydi.
Uçağın radyatörü
İkinci önemli tasarım farkıysa hassas bir yere konumlanmış radyatördü. Radyatörün uçağın motorunu soğutmakla görevli olduğunu yazmıştım. Radyatörün kaybedilmesi uçağın kaybı demekti. Hava alığından giren soğuk hava motoru soğutmuş olan sıcak radyatörü soğuyor ve arkadan sıcak hava olarak çıkıyordu. Bu sıcak hava tıpkı jet motorlarındaki bir itki oluşturuyordu. Küçük bir kanatçık vasıtasıyla bu sıcak hava akımı yönlendirilebiliyordu. Meredith etkisi de denen bu fenomen uçağının hızını artırıyordu.
Elimizde sürtünmesi azaltılmış bir gövde , daha verimli bir kanat ve motoru soğutma problemini bir avantaja çeviren radyatör vardı. Sorunun en büyüğüyse çözümlenmemişti. Allison V-1710 motorunda iyileştirmeler yapmayı vaat etmişti ama yapamamıştı. Allison motoru tek kademeli bir supercharger kullanıyordu. Bu supercharger 4600 metrenin üzerine çıkıldığında istenen verimi vermiyordu. Mustang eğer bir mucize uçak olacaksa ancak 4600m irtifanın altında bunun yapabilirdi. Bu irtifanın altında Spitfire Mk5 uçağından daha hızlıydı.
Pervaneli motordaki yeni avantaj
Uçak motor konusundaki eksiklerine rağmen kısa sürede onay aldı. Hakkındaki tüm raporlar olumluydu. Avcı uçağı olarak verimli kullanılamazsa bile yer saldırı görevlerinde kullanılabilirdi. Allison firması V-1710 motoruna iki turbocharger koyarak yüksek irtifa performansı arttırmayı düşünüyordu. Sonradan bu motorun takılabilmesi için Mustang gövdesinin uzatılması gerektiği ortaya çıktı. Bu biraz vakit alacaktı ama İngilizler Mustang koltuğuna kimi oturtmuşsa hep olumlu cümleler almıştı. Bu nedenle Mustang uçaklarını Mk1 olarak hizmete almakta beis görmediler.
ABD beklenmedik bir saldırıyla sarsıldı. Japonya Pearl Harbour’da bulunan donanma üssünü bombardıman etmişti. ABD Japonya ve Almanya’ya savaş ilan etmişti. Uçabilecek her uçağa ihtiyaçları vardı. ABD İngiltere’ye gidecek bir kısım Mk1’e el koymuş ve bu uçakları yer saldırı/pike bombardıman uçağı olarak modifiye etmişlerdi. Amerikalılar nedense Mustang ismini beğenmemiş bu uçağa Apache ismini vermişlerdi. Böylece A-36 Apache ortaya çıktı.
ABD Ordusu hava kolordusu Almanya ile savaşabilecek tek silahlı güç konumundaydı. Bu maksatla 8. Hava kuvvetleri kuruldu. Görevi Alman hava kuvvetlerini yok etmekti. Bu hiç de mütevazi olmayan görev için yüzlerce uçağa ve binlerce personele ihtiyaç duyuluyordu. Sekizinci hava gücünün uçağı yoktu. Pisti de yoktu birkaç hevesli subaydan başka personeli de yoktu.
Bombardıman mafyası
Komutan olarak Ira Eaker atanmıştı. Eaker Bombardıman Mafyasının başını çeken isimlerdendi. Stratejik bombardıman fikrine gönülden inanıyordu. İkinci dünya savaşının sonunu getirecek olan şey hava gücüydü. Savaş piyadenin süngüsüyle değil uçaklarla kazanılacaktı. Gündüz gözüyle vurulan önemli askeri hedefler Alman savaş makinesini üretim kabiliyetini ortadan kaldıracaktı.
İngiltere’de onları neyin beklediklerinden habersiz bir şekilde büyük umutlarla Winston Churchill’in kapısını çalmışlardı. ABD bizimle birlikte Almanya’yı bombardıman etmek istiyor demek ki demişti Churchill. Şüphesiz RAF Almanya’ya yapılan gece bombardımanlarında Amerikalıları yanlarında görmek ister demişti. Amerikalı heyet duyduklarına şaşırmıştı.
Alman hedeflerini gündüz vakti nokta hassasiyetle vurabileceklerini ifade etmişlerdi. Churchill onlara kendi başarısız denemelerini anlatan uzun bir söylev çekmişti. Almanya hep bulutluydu. Sanayi şehirlerinde dumandan şehirdeki fabrikalar görülmüyordu ve en önemlisi gidişte ve dönüşte uçaksavar ateşi kesindi ve pusuda bekleyen Alman hava kuvvetleri apansız bu hasarlı uçakları bulup düşürüyorlardı. Havacılar için bile bile intihar demekti. Karar vericiler içinse bir hiç uğruna onca iyi insanı ve teknolojinin son harikası uçakları boşuna harcamak demekti.
Churchill’in anlattıkları herkesin moralini bozmuştu. Senelerce uğraşıp kafa yordukları doktrin destek görmemişti. Ira Eaker’ın ise ayrı bir planı vardı. Bütün gece uyumamış , üstlerini aşma pahasına Churchill’i ikna edebilmek için bir rapor hazırlamıştı. Yüz yüze konuşarak meramını anlatabileceğini düşünüyordu.
Chrchill’in huzuruna çıktı
Ira Eaker teamüllere aykırı bir şekilde Churchill’in karşısına çıkmıştı. Hassas bombardımanın etkisinden, Norden nişangahının isabetinden dem vurmuş ve bunun ancak gündüz vakti yapılabileceğini açıklamıştı. Eğer siz gece biz gündüz bombardıman edersek düşman üzerinde maksimum etki bırakma şansımız olur. Almanya yirmi dört saat bombardımanlarla uğraşmak zorunda kalır. Churchill ikna olmamıştı ama belki Ira Eaker’ın cesaretinden ama belki Almanya’nın sabah akşam bombardıman edilmesi fikri hoşuna gittiğinden Eaker’a tamam o zaman bildiğiniz gibi yapın cevabını vermişti.
Acı realiteler mi kazanacaktı yoksa hayali teoriler mi? Meşhur sözdeyişte olduğu gibi ideallerle gerçekler savaştığı zaman genellikle kazanan gerçekler mi olacaktı.
Eaker, eski bir avcı pilotu ve stratejik bombardıman fikrinin teorisyenlerindendi. Sıkı sıkıya bu fikre bağlıydı. B-17 uçan kaleler 13 adet makineli tüfeğiyle en çevik bir hasmı bile kendine yaklaştırmayacaktı. Elbette makineli tüfeklerin kör noktaları vardı. İşte bu noktada kutu formasyonları ortaya çıkıyordu. B-17 bombardıman uçakları birbirine yakın bir şekilde kutu formasyonu halinde uçuyorlardı.
Bu kutular antik savaş tarihinin falanksları gibiydi. Uzun mızraklı piyadeler kutu şeklinde bir hat oluştururdu. Uzaktan kirpiye benzeyen falanksı süvari hücumuyla dağıtmak imkansızdı. Okçuların attığı oklarda da kalkanlarda eriyordu. Piyade hücumu bile eğitimli bir falanksı dağıtmak da zorlanıyordu.
İdeal koşullarda kutu formasyonlarının içine girmeye çalışmak bir avcı pilotu için ölüm demekti. Kısa sürede her pilotun kanat ucu kanat ucuna değecek şekilde uçamadığı ortaya çıkmıştı. Farklı bombardıman grupları havada buluşma esnasında düzgün kutular oluşturamıyorlardı. Kutu formasyonları ideal değildi anlayacağınz. Dost ateşini önlemek kolay değildi. Üzerinde çalışmak gerekiyordu. Curtiss Le May kutu formasyonlarını ideal hala getirmek için uğraşmış ve hiçbir uçağın birbirini vurmadığı bir formasyon tasarlamıştı. Bunun için her pilotun belli bir koşul da yerinden kımıldaman uçması gerekiyordu.
Sekizinci hava gücü ilk bombardıman görevlerine İngiltere sahiline yakın olan yerleri seçti. Spitfire ve P-47 avcı uçakları bombardıman uçaklarına eşlik ediyorlardı. Sekizinci hava gücü için her şey deneyseldi. Yeni şeyleri deneyen sadece onlar değildi. Alman pilotları da kutu formasyonlarını alt etmenin yöntemlerini düşünüyorlardı.
Geleneksel avcı taktikleri düşman uçağına arkadan yaklaşmayı öngörür. İki avcı uçağı birbiriyle karşılaştığı zaman birbirlerinin arkasına geçmeye çalışırlar. Bu şekilde düşman makineli tüfeğinin mermilerine maruz kalma olasılığı ortadan kaldırılmaya çalışılırdı. Gövde üzerinden veya altından belli bir açıyla saldırmak da kullanılan yöntemler arasındaydı. Bir avcı uçağına asla tam karşıdan yani kafadan saldıramazdınız. Bu kesin ölüm demekti.
B-17’ler ise avcı uçağı değildi. Arkası, yanları , gövdenin üstü ve altı çok iyi korunuyordu. Gövdenin önüyse farklı bir hikayeydi. İkisi pilot dört subay bu bölgede görev yapıyordu. Pilotların işi uçağı uçurmaktı ve onları yalnızca şarapnel parçalarından koruyan zırhlı koltuklara sahipti. Seyrüsefer subayı ve bombardıman subayının görev yaptığı kısmı şarapnel parçalarından koruyan hiçbir şey yoktu.
Norden bomba nişangahı ve bir harita masası. Aslında iki subayın asıl görevleri bunları kullanmaktı. Kendilerini korumaları için iki adet 12.7 mm M2 Browning makinalı tüfeği buruna monte edilmişti. Makineli tüfek nişancılığı dersleri eğitimleri tabiri caizse seçmeli ders edasında geçmişti. Sözün kısası B-17’nin burnu yeterince iyi korunmuyordu. Alman hava kuvvetlerinin bunu çözmesi uzun zaman almamıştı. Tam karşıdan ve yüksek irtifadan saldırı yapıldığında pilotları öldürmek mümkündü.
8’inci Hava Kuvvetleri’nin Fransa’ya yaptığı saldırılar genel manada sonuç vermemişti. Bombardımanlar isabetsizdi. Özellikle bombardıman geçişi sırasında uçaksavar atışı çok fazlaydı. Uçakların en çok hırpalandığı ve personelin en çok yaralandığı zamandı. Standart prosedür otomatik pilotla uçulmasıydı. Bazı pilotlar otomatik pilota geçmek istemiyorlardı. Yoğun uçaksavar ateşi altında bu pilotlar kaçınma manevraları yapıyorlardı. Bu manevraların sonucunda bombalar sağa sola düşüyorlardı.
Özellikle her grubun , her elementin/filotillanın lider pilotları çok önemliydi. Ünlü 100. Bombardıman grubunun grup seyrüsefer subayı binbaşı (sonradan albay) Harry Crosby kitabında bu durumu kabaca şöyle anlatıyordu: Lider uçağın pilotu olmak başka bir şeydi. Etrafında kıyamet koparken kaya gibi hareketsiz olmalıydı tıpkı bir kamyon şoförü olmalıydı. Aynı şey seyrüsefer subayı için de geçerliydi.
Lider uçağın yardımcı pilotu genellikle grup komutanı veya yardımcısı olurdu. Uçağı kullanırken pilota yardımcı olurdu. Asıl görevi ise tüm bir görev gurubuna komuta etmek ve kutu formasyonun düzenli olup olmadığı kontrol etmekti.
Liderin uçağını düşür!
Almanların ikinci çözdüğü şeyde buydu: Lider uçağı düşürseniz Sekizinci hava kuvveti sadece iyi bir subayını kaybetmiyordu. Kutu formasyonun disiplini sağlamak daha düşük rütbeli subaylara kalıyordu. Bu durumda formasyonda boşluklar oluşuyordu. Alman avcı uçaklarına karşı hayatta kalmanın tek yöntemi sıkı sıkıya uçmaktı. Genç , disiplinsiz ve romantik pilotlar formasyondan kopunca kolay av oluyorlardı. Lider uçağın personelini kısa sürede yerine koymak mümkün olmuyordu.
Zaman ilerliyordu ve Alman hava kuvvetleri yenilememişti. Sekizinci hava kuvvetleri Alman savaş endüstrisini bombardıman etmek istiyordu. Hangi hedef seçilmeliydi. Hangi hedef Alman sanayisine en fazla zararı verirdi? Hangi hedefi daha az kayıpla vurmak mümkündü? Hangi hedefler vurulduktan sonra uzun süre tamir edilemezdi? Bu hedefleri imha etmek için ne kadar patlayıcı gerekirdi. Bu miktarda patlayıcıyı kaç tane uçakla taşımak mümkündü? Hava şartları hangi hedefler için uygun olurdu?
Bu soruların cevabı içinde istatistikçilerin , ekonomistlerin , mimar ve mühendislerin de içerisinde olduğu bir komisyon tarafından belirleniyordu. Komisyon bir hedefi gözüne kestirmişti: Rulmanlar ve rulman bilyeleri.
Rulman günlük hayatımızda her yerde kullanılıyor. Arabadan tutun , taşıyıcı bantlara kadar her yerde rulman var. Almanya arabasından , tankına ve topuna kadar her yerde Rulman kullanıyordu. Bugün dahi meşhur olan bu fabrikalar Almanya’nın Schweinfurt şehrinde bulunuyordu. Schweinfurt Almanya’nın neredeyse kalbindeydi. Bütün bir Alman hava sahasının üçte ikisinin geçilmesi gerekiyordu. Yol boyu uçaksavar topları gürleyecek ve bütün Alman uçakları bombardıman uçaklarına saldıracaktı. Bombardıman grubunu Alman avcı uçaklarından tüm yol boyu korumak mümkün değildi. Uzun menzilli eskort uçağı yoktu. Güvenilebilecek tek bir şey vardı: Kutu formasyonları.
Bütün iyi planların bir aldatmaca içerdiğine yönelik meşhur bir söz vardır. İngilizler her gece Almanları şaşırtmak için hamleler yapıyorlardı. Neden Amerikalılar da yapmasın. Schweinfurt yakınlarındaki Regensburg şehri önemli uçak fabrikalarına sahipti. Görev gücünün ikiye bölünmesine karar verildi. Regensburg grubu hem Almanları üzerlerine çekecekti hem de onları ikiye bölecekti. Asıl işi yapacak olan Schweinfurt grubu için yem olacaktı. Almanlar son ana kadar gerçek hedefin Schweinfurt olduğunu anlayamayacaktı. 376 adet bombardıman uçağının üçte ikisi şans yaver giderse İngiltere’ye sağ salim gidecekti ama şans Amerikalıların yanında değildi.
Hava koşulları yüzünden Schweinfurt grubu saatlerce havalanmadı. Sonunda uçaklar her pahasına olsun kaldırıldı. Regensburg grubu 146 uçağının 24 adedini kaybetti. Alman hava kuvvetlerinin uçakları defalarca inip kalktılar. Silahların mermileri yükle , yakıtı doldur , kalkış yap , hücum et ve in. Bu döngü defalarca gerçekleşti. Almanlar bombardıman uçaklarına yüksek irtifadan ve tam karşıdan saldırmışlardı.
Farklı karşılıklar
Bunun yanı sıra Me-109 gibi tek motorlu ve Me-110 gibi çift motorlu avcı uçakları kanatları altında taşıdıkları BR-21 roketlerini formasyona ateşlemişlerdi. Roketler güdümsüz olsa da 88 mm’lik Flak 88 uçaksavarın yaptığı tahribi yapıyordu. Doğrudan isabet alması B-17’yi ateş topuna çeviriyordu. Tecrübesiz ekipler bunlardan kaçınmaya çalıştıkça formasyon bozuluyordu ki Luftwaffe’de zaten bunu istiyordu.
Luftwaffe ikiye bölünmemişti. Regensburg grubunun işi bitirilmişti. Şimdi sırada Schweinfurt grubu vardı. Regensburg grubu için cehennem biterken Schweinfurt grubu için her şey yeniden başlıyordu.230 uçaklık grup hem hedefe gidişte hem dönüşte kayıplar verdi. Toplamda 36 uçak düşürülmüştü.
376 Amerikan bombardıman uçağının 60 tanesi düşürüldü. Yüze yakın uçak isabet almıştı. Göreve giden uçakların neredeyse yarısı kaybedilmişti. Bunların çoğu bir daha uçamayacak durumdaydı. Altı yüzün üzerinde havacı ölmüş , yaralanmış veya esir alınmıştı . 17 Ağustos 1942 tarihi sekizinci hava gücü için unutulmaz bir gün olmuştu.
Bir yıl öncesine 18 Ağustos 1942 tarihine dönelim Bu tarih de müttefikler çok önemli başka bir başarısızlık örneğiydi. Müttefikler Dieppe’ye amfibi operasyon düzenlenmişti. On binin üzerindeki askeri 90 uçaktan oluşan hava armadası koruyordu. Büyük kısmı avcı uçakları ve yer taarruz uçaklarından oluşuyordu. Bunların içerisinde 10 Mustang Mk1’de vardı. Bu uçaklardan bir tanesi bir Alman FW-190 uçağıyla savaşa girmiş ve düşürmüştü. RAF için bu oldukça önemli bir başarıydı.
Tüm eksiklerine rağmen Schweinfurt-Regensburg görevi yaşandığında Amerikalıların yüzüne bakmaya tenezzül etmediği yedek kulübesinde bekletilen çok iyi bir avcı uçağı vardı.
Sekizinci hava gücü ağır bir zayiat vermişti. Gerek gelen çelişkili raporlardan gerekse tam bir halkla ilişkiler felaketi olacağını bildiklerin görevi zafer olarak ilan ettiler. Görevler ne kadar ağır olursa olsun Amerikan hava kolordusu kabul edilebilir personel zayiatını yüzde 4 olarak hesaplamıştı.
Hava kolordusu komutanı Hap Arnold ilk görevde yaşananların bir talihsizlik olduğunu düşünüyordu. Almanlar şanslı günündeydiler. İki görev grubu doğru zamanda gönderilmiş olsaydı bu kadar fazla kayıp verilmeyecekti.
Schweinfurt tekrar vurulacaktı. Bu sefer güçleri ikiye bölmek yoktu. Eldeki bombardıman uçaklarının hepsi şehri vurmaya gönderilecekti.291 B-17 ve 60 B-24.Toplamda 354 uçak. İlk akının teri bile kurumamıştı. Schweinfurt’u korumakla görevli, olan uçaksavar topçuları yalnızca 56 gün önce sıkı bir talim yapmışlardı. Alman hava kuvvetleri BR 21 roketlerinin ne kadar iyi iş yaptığını keşfetmişlerdi.
Topçular ustalıklarını konuşturdular. Pilotlar bol miktarda BR-21 roketi ateşlediler. Sonuç tam bir katliamdı .77 bombardıman uçağı düşürülmüştü. 121 uçak ağır hasar almıştı.700’ün üzerinde havacı ölmüş , yaralanmış yahut esir alınmıştı. 14 Ekim 1943 tarihi Amerikan havacıları hafızalarına için “Kara Perşembe” olarak yazılmıştı.
Hap Arnold uzun menzilli eskort uçakları gelene kadar Almanya içlerine yapılacak tüm operasyonları durdurdu. Sekizinci hava gücü küçük kuşların eşliğinde kısa menzilli bombardıman operasyonlarına devam etti. Bu operasyonlarda bile ağır zayiatlar verildiği oluyordu.
Verilen zayiatın yüksek olması hava operasyonlarının ahlaki yönünü tartışmaya açıyordu. Kimilerine göre genç ve iyi adamlar boşu boşuna ölüme gönderilmişti. Kimilerine göre savaş ağır kayıpları göze almadan kazanılamazdı. Askerler gerçekten savaşı kazandırabileceğini düşündükleri görevlerde seve seve ölmeyi kabul ederlerdi. Asıl onları önemsiz fabrikalara gönderip azar azar ölmesine göz yummak zalimlikti.
Hap Arnold hava kolordusu olarak verilen zayiatın sorumluluğunu almak zorundaydı. Bir yandan elindeki tüm hava güçlerine yeteri kadar uçak ve yedek parça göndermeye çalışıyordu. Personel açıklarını kapatmaya çalışıyordu. Tüm istekleri zamanında karşılamak mümkün değildi. Kendi eşiti olan üst düzey müttefik generaller stratejik bombardıman fikrine sıcak bakmıyorlardı. Havacılar savaşı kısaltmayı hatta bitirmeyi vaat ediyorlardı. Bunu tek bir piyadenin burnu kanamadan yapacaklarını iddia ediyorlardı.
Karacılar aynı fikirde değildi hava gücünün tıpkı topçu gibi piyadenin önünü açması gerektiğini düşünüyorlardı. Uçaklar düşman hedeflerini yumuşatmalıydı. Bu sayede piyade kayıp vermeden ilerleyebilecekti. Normandiya çıkartması yaklaşırken Henry “Hap” Arnold üzerindeki baskı artıyordu.
Çıkartmaların en hassas anı kıyı başının tutulması anıydı. Çıkartma gücü sahilde imha etmek gerekirdi. Bunu yapabilecek en iyi enstrüman Alman hava gücüydü. Luftwaffe yenilmekten çok uzaktı. Çok uluslu yüzbinlerce asker sahilde imha edilirse bunun sorumlusu kim olacaktı. Henry Arnold savaş sırasında dört kez kalp krizi geçirdi. Şahsen ben de bir insanın dört krizden nasıl sağ çıktığını merak ediyorum. Tıbbi konuları uzmanına bırakalım. Amerikan hava operasyonlarının Avrupa cephesinde 43 yılında ışık görünmüyordu küçük bir umut ışığı belki bir pamuk ipliği vardı.
O pamuk ipliği Mustang B ve C uçaklarıydı .Allison sonunda verimli bir motor yapmayı başarmıştı ama İngilizler de çok farklı bir çözümle çıkagelmişti. Rolls Royce için uçan test pilotu Ronald Harker uçağın performansından memnun kalmıştı. Şöyle bir uçağa baktığında uçağın burnunun Rolls Royce Merlin 61 motorunun sığabileceğini düşündü. Teknisyenlere bu uçağın motorunun sökün ve Merlin 61 takın bakalım ne olacak dedi. Merlin 61 dönemin en iyi Spitfire varyasyonu olan Mk 9’da da kullanılıyordu. Mustang’in Merlin 61 ile Spitfire mk9’dan daha iyi uçacağına inanıyorum demişti.. Dediği gibi olmuştu. Merlin monte edilmiş Mustang Spitfire Mk9 uçağından daha iyi uçuyordu.
RAF uçağa aşık olmuştu. Üretilen tüm yeni uçaklara Merlin takılmasını istiyordu. Tam bir yüksek irtifa avcı uçağı olmuştu. Bu sefer Amerikalı havacılar da bu uçağa ilgi duymuştu. Rolls Royce motorlarının lisans altında Amerika’da üretilmesine karar verilmişti. İngilizler bu maksatla sandık sandık çizim göndermişti. Packard firmasının yetkilileri sandıkların içinden motor çıkacağını ve kopyalayacaklarını zannetmişlerdi. Amerikalıların İngiliz motoru üretmeye başlaması ilginç bir olayla başlamıştı ama Packard-Merlin motorlarının en az Rolls Royce kadar iyi ürettiği ortaya çıkmıştı. Sonunda Amerikalılar kendi Spitfire’nı yaptı demişti İngilizler.
Uzun menzil
P-51 tüm bu iyi özelliklerine rağmen kendi yakıt tanklarıyla Berlin’e kadar gidip dönemiyordu. Evet envanterdeki bütün avcılardan uzun menzilliydi ama bütün Almanya’yı baştan başa kat edemiyordu. Çözüm atılabilir yakıt tanklarıydı. Bu tanklar uçağın hava muharebesindeki performans değerlerini azaltıyordu. Amerikan avcı pilotları angajmana girince bu tankları bırakıyordu. Elde bol miktarda atılabilir tank yoktu. Bu sorun kartondan yakıt tankı imal edilerek çözüldü.
Ayrıca P-51’in oldukça önemli bir kusuru vardı. Mustang Mk1 İnce tasarlanmış kanatlarında dört adet 7.62 mm makineli tüfek taşıyordu. Alman avcılarına kafa tutması için daha ağır silahlara ihtiyacı olduğu düşünülüyordu. Silahlar dört adet 12.7 mm makineli tüfekle değiştirildi ama tüfeklerin mühimmat beslemesi sorunluydu. Zaman zaman mühimmat sıkıştırıyordu.
Artık bombardıman uçaklarını koruyacak bir uçak vardı. Şimdi en önemli mesele RAF , 8. Hava gücü ve 9. Hava gücüne (İngiltere’de konuşlu taktik hava gücü) yeterli sayıda uçak üretmek meselesiydi. Bunun için 1943 yılının sonuna kadar beklemek gerekliydi. Yeteri kadar uçak ve atılabilir tank vardı. P-51B eskort görevlerinde harikalar yaratıyordu. Keşke hepsi bu kadar olsaydı.
P-51 havacılık tarihinin en büyük tartışmalarından birini başlatmıştı. Bu uçağı nasıl kullanmak lazımdı. Ira Eaker muharebe kutusuna güveniyordu. B-17 her yönüyle kendini koruyabilen bir bombardıman uçağıydı. Aslında avcı eskort uçaklarına da gerek yoktu ama P-51-B Mustang uçakları gibi bir nimet vardı , bombardıman uçaklarıyla dip dibe uçmalıydı. Tıpkı Britanya savaşında Me-110 avcı uçaklarının uçtuğu gibi. Hiçbir avcı uçağı pilotu durumdan memnun değildi.
Ira Eaker sekizinci hava gücünün komutanıydı. Birliğini isteği gibi yönetebilirdi. En büyük muhalefet çok farklı bir yerden gelmişti: On beşinci hava gücünün komutanın general James “Jimmy” Doolittle bu fikre tamamen karşı çıkmıştı. Avcı uçaklarıyla avcı uçakları başa çıkmalıydı. Ona göre evinizi hırsızdan korumak istiyorsanız bekçi köpeklerini köpek kulübesine zincirle bağlamamalıydınız. Bekçi köpeklerini bahçeye salmalıydınız. Sadece havlayarak hırsızı korkutmak yeterli değildi. Avcı uçakları bekçi köpeğinden başka bir şey değildi.
Eaker ve Doolittle iki büyük havacı ama birbirine iki zıt karakterlerdi. İkisi de eski avcı pilotuydu. Doolittle birinci dünya savaşından sonra ordudan havacı olarak ayrılmıştı. Yedek statüsüne geçmişti. Bu sembolik yedek statüsünden dolayı rütbesi ilerlemişti. Eaker ise kariyeri askerlik olan bir havacıydı. Eaker asker ocağında pişerken Doolittle uçan sirkiyle gösteriler yapıyordu. Ira Eaker havacılık doktrinlerine kafa yoruyordu .Jimmy Doolittle yeni havacılık teknolojilerine kafasını yoran bir mühendisti.
Henry Hap Arnold etkileri bugün bile tartışılan meşhur kararına işte bu tartışmanın neticesinde imza attı. İsmi unutulmuş hava gücüne çıkan on beşinci hava gücünün komutanı olan James “Jimmy” Doolittle sekizinci hava gücünün başına getirdi. Sekizinci hava gücü Hollywood’un yıldızıydı ve gazetecilerin ilk aşkıydı. Ira Eaker on beşinci hava gücünün başına gönderildiğinde adı konulmamış bir sürgüne gönderilmişti. Bu atama bütün kariyerini bitirecekti.
James “Jimmy” Doolittle sekizinci hava gücüne atanmasıyla avcı pilotları istedikleri esnekliğe sahip oldular. Bombardıman uçaklarının üzerinde yukarıdan bakabilirlerdi. Arkasında , sağında , solunda uçabilirlerdi ama her şeyden önemlisi Alman avcı uçaklarını kovalayabilirlerdi. Önceden bu mümkün değildi.
Stratejik bombardımanla Luftwaffe’yi yenme fikri bir kenara bırakmıştı. Alman hava kuvvetlerini havada yenmeyi deneyeceklerdi. Bombardıman uçakları Alman hava kuvvetlerine yem edilecekti. Bombardıman uçakları daha kolay fark edilsin diye kamuflaj boyaları silindi. Kilometrelerce uzaktan parlayan gümüşi alüminyum renginde uçacaklardı. İngiltere ve ABD güçlerini birleştirmişti. On beşinci hava gücü de İtalya’dan kalkacak ve bu “Maksimum Efor” saldırısına destek verecekti. Binin üzerinde bombardıman uçağı ve onlara eşlik eden bine yakın avcı uçağı.
Tarihin gördüğü en büyük hava savaşı başlıyordu.”Big Week” yani “Büyük Hafta”. 20-25 şubat 1944 tarihleri arasındaki altı gün boyunca Almanya tabiri caizse rast gele bombalandı. Alman hava kuvvetleri Amerikan uçaklarını her gördüğü yerde önlemeye çalışıyordu. İki tarafında kayıpları ağırdı. En ağır kayıpları şüphesiz bombardıman filoları verdi. Amerikalılar 226 bombardıman uçağı kaybedilmişti. İngilizler de 131 bombardıman uçağı kaybetmişlerdi. Müttefikler toplamda 28 avcı uçağı kaybetmişti. İki binin üzerinde havacı öldü ya da esir edildi.
Almanya ise 250’nin üzerinde avcı uçağı kaybetti. Yüze yakın avcı pilotu hayatını kaybetti. Luftwaffe en eğitimli pilotlarının çoğunu kaybetti. Savaşma gücünün üçte ikisini kaybetti. Hava üstünlüğü müttefiklere geçmişti. Müttefikler Almanya’nın her yanını bombalıyorlardı. Luftwaffe yavaş yavaş direniş gücünü kaybediyordu. Savaş tecrübesi olan pilotlar azalıyordu. Yeni pilotların bırakın harbe hazırlığı pilotaj eğitimi bile zayıftı. Normalde bir avcı filosuna atanan pilotun 240 saat uçuş eğitimi almış olması istenirdi. Bu 1944 yılında 80 saatin altına düştü. Savaşın sonlarına uçan pilotların uçuş saatlerinin çoğunluğunu planörle uçtukları saatler oluşturuyordu.
Amerikan hava kolordusunun pilotları 250-350 saat arası bir eğitim almadan cepheye gönderilmiyorlardı. Pilotların avcı uçağı pilotu veya nakliye uçağı pilotu olması fark etmiyordu.
6 Haziran 1944 tarihi savaşın gidişatında dönüm noktası olmuştu. Müttefikler Normandiya’ya ayak basmışlardı. Luftwaffe Normandiya çıkartmasında yoktu. “Big Week” bombardıman uçaklarında uçanların hayatına mal olmuştu ama Normandiya çıkartmasına katılan hayatını kurtarmıştı. Hayattaki en büyük başarılar bilinçli seçimlerin ve ödenmiş bedellerin ürünüdür. Hava savaşının ikinci dünya savaşının seyrini değiştirip değiştirmediği hala daha tartışılan bir konudur. Uçakların nasıl kullanılması gerektiğinden doğru hedeflerin bombalanıp bombalanmadığına kadar bitmeyen tartışmalar söz konusudur. Bombardımanlarda yüz binlerce insanın ölmüş olması ayrı bir konudur. İkinci dünya savaşı bittiğinde sekizinci hava gücünden 26000 asker ölmüş 28000 asker esir düşmüştü. Bu sayı ikinci dünya savaşında Japon ordusuna karşı adalarda savaşıp ölen deniz piyadelerinden bile fazlaydı.
Normandiya çıkartmasından birkaç ay sonra P-51D avcı uçakları Avrupa göklerinin hakimi oldu. P-51D kusursuzdu. Popüler tabirle fazlasıyla kusursuzdu. Pilota 360 derece görüş olanağı sunan damla şekilli bir kanopisi vardı. Kanatları kalınlaştırılmıştı 6 adet 12,7 mm makineli tüfeği rahatlıkla koyabiliyordunuz. Mühimmat sıkıştırma problemi yapmıyordu. Kusursuzdu ama savaşı kazanan uçak değildi. P-51 B ve C avcı uçakları binlerce uçak düşürmüştü.
P-51 D uçakları Kore savaşında da hizmet etti pek ülkenin envanterine girdi. Jetler P-51 efsanesinin de sonunu getirdi. Uçakların son istirahat yeri uçak mezarlıkları oldu.P-51’in hikayesi tam bitti denilirken şekil değiştirdi. Nasıl mı oldu? Amerikan hükümeti tüm askeri malzemeleri yok pahasına satışa çıkardı. Kimi uçaklar hibe edildi. Özellikle C-47 uçakları yolcu ve kargo taşımak isteyenlerce alındı. Bir kısım B-17 bombardıman uçakları da bu kervana katıldı. Alıcıların büyük çoğunluğu ise uçakları yedek parça olarak değerlendirmek yada eritmek isteyen hurdacılardı.P-51 ise 1500 dolara satılığa çıkmıştı. Kabaca bugünün 25000 dolarına satılıyordu. Amerika’nın her yanından insanlar bu yüksek performanslı uçağı satın almak istiyordu. ABD’de hava yarışları çok popülerdi .P-51 uçaklarını alıp bu yarışlarda kullanmak maksatlı pek çok kişi bu uçakları satın aldı. Bu uçakların bir kısmı günümüze gelmedi bir kısmı tanımayacak şekilde modifiye edildi .Bu nedenle günümüzde uçar vaziyette veya müzelerde görülebilen en çok uçaktır. Mesela Top Gun: Maverick filminin sonunda gördüğümüz P-51D Tom Cruise’a ait şahsi bir uçaktır. İkinci dünya savaşı sırasında bir P-51’in maliyeti bugünün parasıyla 675000 dolardı. Şu 2-4 milyon dolar arası bedelle satışa çıkmaktadır.
SELİM ATALAY
Meraklısı İçin Kitap Önerileri:
- Masters of the Air:Bomber Boys who fought the air war against Nazi Germany
Yazarı:Donald L.Miller
- Big Week
Yazarı :James Holland
- The Schweinfurt-Regensburg Raid:The American Raids 17 August 1943
Yazarı:Martin Middlebrook
- The Mustang Story
Yazarı: Ken Delve