Selim Atalay

A400M’in kabininde yüzlerce madenci… İşte o fotoğrafın hikayesi

Yazarımız Selim Atalay, bir maden mühendisi… Depremin ilk saatlerinde Kütahya’dan A400M uçağı ile İncirlik’e uçtu. Oradan AS532 helikopteri ile Hatay’da kurtarma çalışmalarına 2 hafta boyunca katıldı. 1999’da İzmit’te depremi yaşayan Atalay, bir havacılık meraklısı gözünden yaşadığı uçuşları yazdı… İşte Airbus A400M nakliye uçağının kabininde yere oturmuş madencilerin fotoğrafının öyküsü...

Bazı insanlar tarihe tanıklık ederler. Bazı insanlar tarihi yaparlar. Kimileri de tarihi yazar…

6 Şubat 2023, ülkemizin derin hafızasında kara bir gün olarak kazınacak. Kahramanmaraş merkezli iki büyük deprem ülkemizin on bir şehrini vurdu.Türkiye aslında bir deprem ülkesi. Hiç birimiz bu gerçeğin tam anlamıyla farkında değiliz. Benim depremle tanışmam bundan 24 yıl önce olmuştu.

17 Ağustos 1999 tarihinde yaşanan Gölcük depremine gazeteciler asrın felaketi demişlerdi. 20’nci yüzyıl sona eriyordu ve 21’inci yüzyıl başlamak üzereydi. Milenyum diyorlardı. 

Türkiye ise yeni bin yıla Marmara bölgesini etkileyen depremin yaralarını sarmaya çalışarak giriyordu. Ben ise on dört yaşında ortaokulu bitirmiş ve Anadolu lisesini kazanmış depremzede bir çocuktum. 

İzmit’te oturduğumuz ev orta hasar almıştı. Güçlendirilme yapılması gerekiyordu. Evimiz yeniden oturulabilir hale getirilene kadar yaklaşık bir buçuk sene boyunca çadırda yaşamıştık.

Çocukluktan beri hayalim pilot olmaktı. Uçaklar hakkında bulabildiğim her şeyi okuyordum. Pek çok havacılık dergisinin müdavimi olmuştum. Lisede okurken model uçak kurslarına katılmıştım. On sekiz yaşıma geldiğinde THK İnönü tesislerinde paraşütle atlamıştım.

Gökyüzünü hedeflerken yerin 250 metre altı

Maalesef pilot olma hayalim ete kemiğe bürünmemişti. Maden mühendisliği eğitimi almıştım. Mezun olur olmaz Soma’da bir yeraltı ocağında işe başlamıştım. Gökyüzünü hedeflerken kendimi yerin 250 metre altında bulmuştum. Ben ve beni tanıyanlar için kötü bir şaka gibiydi.

Yukarıdaki satırları yazıyorum çünkü 8 şubat gecesi şahit olduklarımı “Havacılık meraklısı bir maden mühendisi” olarak yazdığımın bilinmesini istiyorum. Bu site bir havacılık bloğu. 

Deprem bölgesinde geçirdiğim iki haftalık sürede neler yaşadığımı , neler gözlemlediğimi buraya yazmak niyetinde değilim. Yaptıklarım , yapamadıklarımı ve gördüklerimi en azından bir süre kendime saklamak niyetindeyim. Sonraki satırlarda havacılık temasına sadık kalacağım.

Hava köprüsü

Deprem haberini ilk aldığım andan itibaren büyük bir hava köprüsü oluşturmak olduğunu savundum. Depremde arama kurtarma çalışmalarında ilk saatler kritik önem taşıyor. Ne kadar önce ulaşılırsa o kadar önemlidir. Buna terminolojide “Altın saatler-Golden Hour(s)” deniyor. 

Ateşli silahla yaralanmış birine bir saat içerisinde müdahale etmek gerekiyor. Bu bir saat altın saat olarak biliniyor. Maalesef ilk saatte müdahale edilmeyen birisi ölebiliyor. Söz konusu deprem olduğunda altın saat ilk yirmi dört saattir.

Kahramanmaraş merkezli acı depremin sembol fotoğraflarından biri, enkaz altında kalan 15 yaşındaki kızı Irmak’ı elini bırakmayan Mesut Hançer’di.

İsmim listede

Ben madenci tabiriyle paşa vardiyasındaydım. Halk diliyle 4-12  çalışıyordum. İşe geldiğimde  deprem bölgesine gitmek isteyenlerin isminin alındığını öğrenmiştim. Bir kaç gönüllü işçimle birlikte listeye ismimi yazdırmıştım. İşin açıkçası seyirci kalmak istemiyordum. 

Depremi oturduğum yerde televizyon izleyerek yada sosyal medyaya bakarak geçirmek istemiyordum. Depremi yaşamıştım , geçmişte özel sektörde yer altında çalışmıştım. İlk yardım eğitimim vardı. İngilizce biliyordum.

Bu arada “Hava Köprüsü- Air Lift” kavramını hiç duymamış olanlar için bu kavrama iki tarihi örnek üzerinden değinmek istiyorum.Bunlardan ilki “Spanish Airlift” ikincisi ise “Berlin Airlift” olarak bilinmektedir.

Sene 1936. General Franco önderliğindeki bir grup İspanyol subayı hükümete isyan etmişler ve darbe girişiminde bulunmuşlardı. Darbeci askerler kuzey Afrika’da konuşluydu. Donanmanın büyük çoğunluğu hükümete sadıktı. İspanya’da ki hükümetin Afrika’da ki birkaç bin darbeci askerden korkması gerekmiyordu ta ki Franco’nun beklenmedik hamlesine kadar.

İspanya’ya taşınan askerler

Franco , Almanya ve İtalya’dan gelen uçaklarla İspanya’ya bir hava köprüsü kurmuştu. Seksen beş gün içerisinde 14000 asker ve 270 ton askeri teçhizat İspanya’ya taşınmıştı. Tarihte ilk defa bu kadar büyük bir askeri birlik havadan taşınmıştı. Franco’nun bu hamlesiyle başarısız bir darbe girişimi kanlı bir iç savaşa dönüşmüştü.

Sene 1949. İkinci dünya savaşı bitmiş ama savaş anlaşmazlıkları çözmeye yetmemişti. Stalin Berlin’in kontrolünün tamamen Sovyetler Birliğinde olmasını istiyordu. Berlin’e giden tüm yolları kesmiş ve Berlin’i ablukaya almıştı.. 

Berlin’de hayat kurtaran hava köprüsü

Kocaman bir şehir Stalin tarafından açlığa mahkum edilmişti. Müttefikler  Stalin’in bu gözdağına karşı elleri kolları beklemeyi düşünmüyorlardı. Kara yolları kullanılamıyorsa hava yolu vardı. Birkaç sene önce Berlin’e bomba yağdıran bombardıman uçakları yük ve yolcu taşıyacak şekilde tadil edilmişti. 

Nakliye uçağı yetersiz olan İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri RAF için bombardıman uçaklarını yük ve yolcu uçağına çevirmek tek seçenekken ABD elindeki çok sayıdaki askeri ve sivil  nakliye uçağını da bu iş için görevlendirmişti. Uçaklar havadan kömür taşıyordu.Berlin hava köprüsü on beş ay sürdü 2.4 milyon kargo taşındı.Bunun neredeyse 1.5 milyon tonu kömürdü.

Gün geçtikçe Sovyetler Birliğinin ablukası önemini yitirdi. Sovyetler ablukayı kaldırmak zorunda kaldı. Sovyetler Birliğinin soğuk savaşta kaybettiği ilk muharebe Berlin’in ablukasıydı. Müttefikler gökten adeta uçak olup yağmışlardı.

İşte hava köprüsü dediğimiz kavram bu iki olayda ne kadar stratejik öneme sahip olduğunu göstermişti.

Çarşamba günü işe gittiğimde yüzlerce kişilik bir grubun deprem bölgesine gönderildiğini ve yeni bir grubun da çıkarılması için emir beklendiğini öğrendim. Çok geçmeden beklediğim haber gelmişti. Deprem bölgesine gönderiliyordum. Nakil hava yoluyla olacaktı.

Havaalanına otobüslerle gidecektik. Hazırlanmam için 1 saatlik bir zamanım vardı. Heyecandan baretimi bile iş yerinde unutmuştum. Arkadaşımdan baret ödünç aldım. Çantamın içine çoğunluğu iş kıyafetleri olmak üzere yedek kıyafet , iç çamaşırı ve çorap koydum. Power banklerimi de yanıma aldım.

Hazırlıklar tamam

Hangi şehre gideceğimiz belli değil ama nereye gidersek gidelim su ve elektriğin olmadığını biliyorum. Sivil kıyafetlerimin üzerine iş kıyafetlerini giyiyorum. Üzerimde birkaç kat kıyafet ve bir adet sarı parkamı giyiyorum. Hareket kabiliyetimin kısıtlandığını biliyorum ama bu almam gereken bir risk. Çünkü dışarıda gecelemem hatta uyumam gerekebilir. 

17 Ağustos depreminin ilk günlerinde açıkta yattığım zamanların anısı gözlerimde canlanıyor. Uzaktan bakılınca trafik polisi gibiyim. Ailemle kısa telefon görüşmeleri yapıyorum ve yola çıkıyorum.

Otobüslerin bizi Kütahya “Hava Er Eğitim Tugay Komutanlığına” bırakacağına öğreniyorum. O zamana kadar sivil yolcu uçaklarımı yoksa askeri uçakla mı taşınacağımız konusunda bilgim yok. Askeri kargo uçağı ihtimalinin ağırlıkta olduğunu biliyorum. Cebimde yanımdan hiç ayırmadığım Victorinox Cadet çakım var.

Çoçukluğumuzda aklımıza McGyver dizisi ile  İsviçre ordu çakısı olarak kazınan bıçak. Şimdi bizi birde güvenlik kontrolünden geçirirlerse al başına belayı diyorum kendi kendime. Haber Kameramanı Cevat Kelle gibiyim her taraftan başka bir şey çıkıyor.

Madenciler gitmeye hazır

Çoğunluğu kamu olmak üzere kamu ve  özel sektör karışık ekibiz. Bizim ekibimizde yer altı işçisi, açık ocak  işçisi, iş makinesi operatörleri, ağır ve hafif vasıta şoförleri, tamirciler, kömür zenginleştirme tesisi işçileri hatta idari memurlar bile var.

Sabah ki grupla birleşeceğimizi ve neredeyse 400’e yakın kişi olacağımızı öğreniyorum. Aynı zamanda korktuğum haber geliyor. Uçaklar bizi Kütahya Zafer havalimanından alacak. Yönümüzü Altıntaş’a, havalimanına çeviriyoruz.

Hava kararmış durumda, inceden bir kar yağıyor. Saat 20.00 civarı Zafer Havalimanında oluyoruz. Biz nereye gideceğimizi bilmediğimiz gibi hangi uçağın saat kaçta geleceğini de bilmiyoruz. Hedefimizin Hatay yada Kahramanmaraş olduğu söyleniyor.

Havada 3 tane uçak olduğu bilgisi geliyor. Uçaklar Adıyaman gidecek deniyor. Sonra başka bir bilgi geliyor. Her uçak farklı bir şehre gidecek diye. Mühendis arkadaşlarımla grubu dağıtmanın avantaj ve dezavantajlarını düşünüyoruz. Herkes araçlara karma şekilde dağılmış durumda. İşçileri düzenli bir şekilde dağıtma durumumuz mümkün değil. En sağlıklı seçimin tüm grubu bir arada tutmak olduğunu düşünüyoruz.

Uçaklar geliyor

Üç uçağın küçük olduğu bilgisi geliyor. Doksan kişi taşıyabilir deniyor. Ben küçük uçaktan kast edilenin C-130 olduğunu anlıyorum. Büyük uçak olarak A400 M kast ediliyor olmalı diyorum.

İnternetten yolcu kapasitelerine bakıyorum. Kapasiteler de düşüncemi doğruluyor. Yalnız 3 tane C-130’la taşınmamız imkansız. Sonra Airbus A400M geleceği konusunda (Airbus A400M denmese de) bilgilendiriliyoruz.

Saatler geçiyor. Kütahya’da kar yağıyor. Hatay acaba nasıl diyorum kendi kendime. Saat 22.00 sularında ilk C-130 iniyor. İlk grup zaten pistin yanında olduğu için uçağa yerleşiyor. Saat 22.30 gibi uçak kalkıyor.

Biz A400M uçağını bekliyoruz. Artık hedefimizin Hatay olduğu kesin. Bir an önce Hatay’a varmak istiyorum. Zaman çok kıymetli ama akmıyor. Ben de bir yandan yanımda olan işçilere A400M’in özelliklerini anlatıyorum.

Uçak 37 ton yük taşıyor diyorum ve ekliyorum:

“Hepimiz 100 kg olsa 370 kişi bile gireriz bu uçağa” diyorum. Merak etmeyin bu uçağın sökülüp takılabilen koltukları var diyorum. Bu sırada uçağımız geliyor. Piste doğru geçiyoruz.

A400M uçağını en son Teknofest’te görmüştüm. Kargo kabinine girip gezmiştik. Kargo kapısının önündeki palete çantalarımızı, yanımızda olan kazma , kürek ve balyoz gibi aletlerimizi koyuyoruz. Uçağın içinde koltuk yok. İçimden şimdi bana kimse inanmayacak diyorum.

Uçağa geçenler kokpite doğru ilerliyor. Kokpite sırt verip bacakları V şeklinde açıp oturmamız isteniyor. Ben de bir yandan grubun oturması için komut tekrarı yapıyorum ve işçileri yerleştiriyorum. Kargo kapısına birkaç sıra kala ben de oturuyorum. Herkes birbirine kenetlenmiş şekilde oturuyor.

Böyle oturmak rahatsızlık verir mi?

Twitter’da bu şekilde oturmanın rahatsızlık verici olduğuna dair yorumlar okudum. Bazı soruları cevapladım. İşin açıkcası popüler tabirle konfor alanından çıkmış olduğum için bu tarz şeyleri hiç umursamadım.

”Bussyness Class” (Yazar kelime oyunu yapıyor) uçmak benim için dert değildi. Ben daha sıkıntılı durumları göze almıştım. Rahat bir uçuş değildi otura otura kaloriferin dibine (muhakkak İngilizce Air Condition Discharge gibi bir ismi vardır) oturmuştum. Zaten kutup ayısı gibiyim. Düşünün bir de yanımdan sıcak hava üflüyor. Uçağın içi hamam gibi. Hamama girmiş kutup ayısı gibiyim. Uykum geliyor ama uyumamam gerekiyor.

Pilotun anonsunu alkışlıyoruz

Kalkış yapmadan önce pilot bize güzel bir konuşma yapıyor. Uçağın normalde koltuğu olduğu söylüyor.Ş ükür diyorum kurtardık paçayı. Bizden önce kargo taşındığını ve koltukları monte edecek zamanın olmadığı dile getiriyor. 

“Ülke olarak özel zamanlardan geçiyoruz. Böyle zor zamanlarda kenetlenip bir olmamız gerekiyor. Siz madencilerin de kenetlenmesi gerekiyor. Sizi seviyoruz.” 

Ben de “Biz de sizi seviyoruz” diye cevap veriyorum. Alkışlamaya başlıyorum. Etrafımdakiler de beni takip ediyor.

Saat 23.30 gibi teker kesiyoruz. Pist mi uzun biz mi ağırız bilemiyorum. Belki ilk defa uçağın manevralarını hissedemiyorum. Rotamız İncirlik. Pilotumuz uçuş süremizin yaklaşık  bir saat olacağı konusunda da bilgilendiriyor.

İncirliğe indiğimizde saat 01.00 geliyor. İndiğimde ilk fark ettiğim şey uçaklar oluyor. Etrafım uçak dolu Norweigan’a ait bir 737 görüyorum ve şaşırıyorum. C-130 ve A400M uçaklarını görüyorum. Cumhurbaşkanlığa ait helikopterler ve iki iş jeti de gördüklerim arasında. İncirlik o gün uçaklarla ve insanlarla dolup taşıyor.

Ekibimle toplanıyoruz ve otobüslere biniyoruz. Öğrendiğimiz kadarıyla yolculuğun bundan sonraki kısmını helikopterle yapacağız. Otobüslerden iniyoruz. Sağımızda içi ana baba günü gibi olan bir hangar binası ve karşımızda F-5 Freedom Fighter anıt uçağı var.

Burayı ekibimle toplanma noktası olarak çekiyoruz. Burası başka ekiplerin dikkatini de çekmiş olmalı ki “maketin orada buluşalım” diyorlar.

Hangara girdiğimizde mercimek çorbası ve ekmek dağıtıldığını görüyoruz. Pek çoğumuz için bu kursağımızdan geçen ilk sıcak yemek oluyor. Birden “Çocuklar Duymasın” dizisindeki çaycı Hüseyin gibi “Çaylar…” diyen bir ses duyuyorum. İşte saatlerdir duymak istediğim ses diyorum hemen çayımı alıyorum. Çayları servis eden kıdemli başçavuşa teşekkür ediyorum.

Ne kadar bekleyeceğimizi bilmediğimiz bu askeri üste fırsattan istifade etrafı gözlemliyorum. İncirlikteki tek madenci grup biz değiliz. Türkiye Taş Kömürleri’nin (TTK) işçilerini görüyorum. Binlerce işçi işten çıkıp gelmişler. Belki “serseri” (madenci tabiriyle 12-8 vardiyası) gideceklerdi. Belki gündüz vardiyasında çıktılar diyorum.

Türkiye Kömür İşletmeleri’nin (TKİ) Soma şubesinden gelenler burada. Kütahya olarak biz oradayız. Ayrıca çoğunluğu özel şirketlerde çalışan yer altı kömür ve metal madenlerinde çalışan meslektaşlarımı görüyorum. Her uçak indiğinde yüzlercesi daha geliyor. Ayrıca etrafımda bir kısım arama-kurtarma ekiplerinde gelen insanları görüyorum.

İnsanlar toplanırken bende içinde bulunduğumuz hangarın mutfak kısmında dağıtılan makarnayı almaya gidiyorum.İ çeride bir kaç astsubay ve uzman çavuşu görüyorum. 

“Bu gece kimse aç kalmayacak”

Rütbesini bilmediğim bir komutan “Hadi beyler bu gece hiç kimse aç kalmayacak ona göre” diyerek motive ediyor. Makarnamı alıp dışarı çıkıyorum.

Yaklaşık bir-iki saat sonra beklediğimiz haber geliyor. Helikopterler bizi alacak.Bu haberin üzerine grubu toparlamaya ve sıraya sokmaya çalışıyoruz. Helikopterlerin on beş kişi alıp kalkacakları söyleniyor. 

Grup on beşerli gruplar haline getirmeye çalışıyorum ve elli metre önümde 3 tane AS532 Cougar helikopteri beliriyor. Grubumla birlikte helikoptere ilerlerken kuyruktaki “Türk Hava Kuvvetleri” yazısını okuyorum. Kapının üzerindeki vinci görüyorum.Doğru ya diyorum bunlar hava kuvvetlerinin Cougarları… Türk Hava Kuvvetleri’nin Arama-Kurtarma helikopterleri… 

Gecenin köründeyiz başka türlü nasıl uçabiliriz ki. Gece görüş gözlükleriyle uçacağız ve bu yetenek sınırlı.

Helikopterde 4 sedye var

Helikopterin içinde dört adet sedye var. Bir kısmımız sedyelere oturuyor. Bir kısmımız yere çantalarının üzerine oturuyor. Toplamda iki pilot, iki teknisyen ve on beş kişi de biz olmak üzerinde on dokuz kişi olarak uçacağız.

Hayatımda ilk defa helikoptere biniyorum. Hayatımın hiçbir döneminde helikopter fanı olmamıştım. On beş yaşımda Kaya Şahin’in “Uçaklar ve Helikopterler” kitabını okuduğum zamandan beri mekanik olarak  karmaşık, yavaş uçan ama dikine kalkabilen hava araçları benim için hep uçaklardan sonra gelmişti.

Kapkara gece uçmak

Kapkara gecenin içinde havalanıyoruz. Helikopterin camlarından dışarıyı görebiliyoruz.Adana’nın ışıklarını yukarıdan ilk defa görüyorum. İçimden en azından helikopterin içi serin diyorum. Böyle havadar havadar uçmak sıcak A400M’den sonra iyi geliyor.

Paller dönerek kaldırma kuvveti yaratırlar ve bu sayede helikopter havalanır. Bu genelde herkesin bildiği bir konudur. Pek çok kişinin bilmediği şey şudur: Paller bir yöne dönerken gövde diğer yöne dönmek ister. Helikopter bazen bir viraja hızlı girmiş gibi savurup bizi çevirmek istiyor. İlk seferinde ürkütücü gelse de sonra alışıyorsunuz. Hatta ben sevmeye bile başlamıştım.

Hatay’a iniş için yaklaşıyoruz

Dakikalar geçiyor ve biz  Hatay’a daha da yaklaşıyoruz. Binaların silüetini seçebiliyoruz. Şehirde ışıklar yok. Aşağıyı daha dikkatle izlemeye başlıyorum. Alçak irtifadan uçtuğumuz için şehri detaylarıyla görebiliyoruz.

Şehirde pek çok noktada yakılmış ateşleri görüyorum. Gece vakti olması rağmen yükselen dumanları görüyorum. İnsanlar gece vakti ateşlerin etrafında ısınmaya çalışıyor. Yavaş yavaş yıkılmış binaları görmeye başlıyoruz. Yollar ışıkları yanan ama hareket etmeyen arabalarla dolu. Başka birisi kuş bakışı gördüğü bu manzarayı sıkışık trafiğe yorumlayabilir. Bense sokakta kalan depremzedelerin geceyi arabada geçirdiğini biliyorum.

Flash backler geçekleşiyor ve ben 99 yılına gidiyorum. Arabada uyuduğumuz geceleri hatırlıyorum. Aklıma çeşitli sorular  geliyor. Acaba diyorum geç mi kaldık? Neler göreceğim? Neler yapacağım?

Saat dört oluyor ve yavaş yavaş alçalıyoruz. Karşımdaki teknisyen astsubay bana bir şeyler söylemeye çalışıyor. Biraz daha yaklaşıyorum. Karşıya hendeğin oraya gidin ve çökün. Doğru mu duydum diyorum. Sırt çantamı kuşanıp helikopterden iniyorum.Yaklaşık 40-50 metre ileride bir hendek görüyorum.

Helikopterden uzaklaştıkça sanki rüzgar daha da artıyor. Hendeğe 5 metre rüzgarın başımdaki bareti uçurmak üzere olduğunu anlıyorum.Sağ elimi kafama uzatıyorum ama çok geç.Baretim önümdeki hendeğe uçuyor. Sağımdaki işçinin rüzgardan yüzü koyun yere düştüğünü görüyorum. İleriye doğru yürümeye devam ediyorum. Hendeğe uzanıp çöküyorum. Helikopterin rüzgarı çok şiddetli.

Bilmediğimiz bir tarlaya indirildik.Etrafımızda yıkık veya hasarlı binalar var.Toplanıyoruz karşıda ışıkların ve araçların olduğu yere geçmeye karar veriyoruz. AFAD’ın ufak bir koordinasyon merkezi ve Jandarmaya ait bir bina karşılıyor bizi. 

Ertesi güne kadar Hatay il jandarma komutanlığı binasının yanındaki çimenliğe indiğimizi öğrenmeyeceğiz. Bir görevli geliyor. Onunla istişare ettikten sonra “600 Evler” isimli yere gidiyoruz.

600 evler 58 apartmandan oluşan hepsi yıkılmış yada ağır hasarlı evlerden oluşan bir site. Saat 4.30’da çalışmaya başlıyoruz. Depremin üzerinden 72 saat geçmişti. Bu noktadan sonra benim için soru işaretleri, şaşkınlık yoktu. Sadece ve sadece çalışmak ve elimden gelenin en iyisini yapmak vardı. Hatay’da geçen iki hafta boyunca tepemizden vızır vızır geçen helikopterleri saymazsak havacılık yoktu.

On iki saatlik filmleri aratmayan maceralı bir yolculuk yapmıştım ama aslında gerçek macera şimdi başlıyordu. Gerçek filmin yalnızca fragmanıydı bu anlattıklarım.

 

Başa dön tuşu